deneme bonusu deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler ecoplay deneme bonusu deneme bonusu https://playdotjs.com/ deneme bonusu veren siteler youtube mp3 Bonusverensiteler.com deneme bonusu veren siteler meritking giriş kingroyal giriş

Uçan gazeteciler koşan muhabirler!

EKONOMİ (İHA) - İhlas Haber Ajansı | 13.01.2014 - 16:37, Güncelleme: 03.09.2022 - 16:01
 

Uçan gazeteciler koşan muhabirler!

Uçan gazeteciler koşan muhabirler BİR zamanlar, “uçan gazeteciler” ile “koşan gazeteciler” ayrımı vardı. Turgut Özal’ın, Başbakanlık uçağına aldığı gazete yönetici ve yazarlarına “uçan gazeteci”, başka araçlarla onları izlemeye çalışan muhabirlere de “koşan gazeteciler” denirdi. Demeçleri uçan, haberleri ise koşan gazeteciler yazardı. Özal’dan önce Türkiye’de liderler kendisini izleyen gazeteciler arasında ayrım yapıyor muydu? Zaman zaman olumsuz örnekler yaşanmış. Örneğin Başbakan Adnan Menderes, bir Adana gezisinde haberine sinirlendiği Cüneyt Arcayürek’i dönüşte THY uçağına almamış, o da güç bela bulabildiği otobüsle 10-12 saatte Ankara’ya dönebilmiş. Böylesi tepkisel örnekler dışında gazeteciler aynı konvoyda, aynı koşullarda izlermiş başbakanları, cumhurbaşkanlarını. Gerçi Özal, GAP uçağına gazeteci seçmek dışında herhangi bir akreditasyon uygulaması yapmadı. Basın toplantılarını, gezilerini bütün gazeteciler izleyebiliyor; TV programlarına katılacak gazete ve gazetecileri kendisi seçmiyordu. Fakat onun başlattığı uçağa gazeteci seçme uygulaması, olumsuz örnek oluşturdu siyasilere. Süleyman Demirel, cumhurbaşkanı olarak çıktığı Çin gezisinde gazetecilerin haberlerine sinirlenince, ondan sonraki gezilerine katılacak muhabirleri ismen davet etmeyi yeğledi. Medya kuruluşları da itiraz etmeyince yaygınlaştı bu yöntem. Yine de Erdoğan başbakan olana değin bu denli katı bir, medya kuruluşları arasında ayrım gözetme ve gazeteci seçmece uygulaması yoktu Türkiye’de. Başbakanlığı ve AKP’yi izleyecek muhabirlere akreditasyon uygulanıyor; Erdoğan’ın gezilerine, hatta TV programlarına katılacak gazeteciler özel olarak seçiliyor. Zaten Erdoğan, ilk günden beri gerçek anlamda basın toplantısı düzenlemiyor; cami çıkışları ya da havaalanlarındaki kısa basın toplantıları dışında soru da yanıtlamıyor. 17 Aralık krizinin ardından iktidarın gazeteci seçmece uygulaması daha da sertleşti. Erdoğan’ın Dolmabahçe’de düzenlediği toplantıda, 17 Aralık krizinde yolsuzluk suçlamalarına neredeyse hiç değinmeden iktidarın savunma ve karşı suçlamalarını yayımlayan gazetelerin temsilcileri çoğunluktaydı. Aksine bazı medya kuruluşlarından hiç yazar veya yönetici çağrılmamıştı. Belli ki, toplantıya katılacak gazeteciler seçilirken, her zaman olduğu gibi “beğenilme ölçütü” kullanılmıştı. Nitekim basın toplantısından çok, görüş alışverişinde bulunulduğu anlaşılıyor bu buluşmada. Katılanlardan Ali Bulaç’ın, “gazetecilerin Erdoğan’ı tahrik eden bir dil kullandığını” yazması dikkate değerdi. “Beğenilme ölçütü”nün, Başbakan’ın Uzakdoğu gezisine temsilci çağırırken de uygulandığı ortada. Yine Dolmabahçe’deki medya kuruluşlarının temsilcilerine ağırlık verildi Uzakdoğu gezisinde de. Seçmece medya kuruluşları ve gazetecilerle çalışmaya, cezalandırma mı demeli yoksa ödüllendirme mi? Bilemedim. Ama bu yöntem, siyasi iktidar açısından bakıldığında farklı görüşlere ve eleştirilere kapandıklarını gösteriyor. Gazetecilik açısından bakınca da, “seçilmeyen” gazetecilerin çalışma koşullarının sınırlandırılması, dolayısıyla halkın haber alma hakkının engellenmesi anlamına geliyor bu yöntem. “Seçilen” gazeteciler çoğu kez siyasetçiyle aralarında korumaları gereken mesafeyi belirlemekte güçlük çeker. Siyasetçiyle içli dışlı olan bu tip gazeteciler, siyasetçinin yerine düşünmeye başlar; asıl işlevinin toplumun çıkarlarını korumak olduğunu unutur, “misyon gazetecisi”ne dönüşür. Bugün Türkiye’de bir kısım medyanın yaşadığı tam da bu. Bazı gazeteciler ve medya kuruluşları AKP ile Cemaat arasındaki kavganın tarafı haline geldiler. Salt gerçekleri aktaran yayın organları olmak yerine tarafların kavga aracı konumundalar. Öyle olmasa Fethullah Gülen, “Bir kısım medya kuruluşlarında kara propaganda sayılabilecek yayınlar sona ererse dost ve arkadaşlarımın da sükûtu tercih edecekleri kanaatindeyim” mesajı göndermezdi. Erdoğan da buna “Medyada karşılıklı salvolar olmasın deniyor. Tamam olmasın. Ama iş o noktayı çoktan geçti” yanıtı vermezdi. Erdoğan ve Gülen, dur deyince duran işaret verince saldıran, kendilerine bağlı “bir kısım medya”nın varlığını teyit ediyorlar bu sözleriyle. Bu koşullarda, o ünlü tanımla “kamunun bekçi köpekliği”ni yapacak, bağımsız, bağlantısız, tarafsız gazeteciliğe çok iş düşüyor. Gazetecilere aforizmalar: EĞER bir başkana soru sorulamıyorsa, o başkanın bir kral veya diktatöre dönüşmesi işten bile değil. Gazetecilik de başkana gerçekten soru sorabilecek, hesap sorabilecek tek kurumdur. (Helen Thomas) KAYNAK:Faruk Bildirici-Hürriyet
Uçan gazeteciler koşan muhabirler BİR zamanlar, “uçan gazeteciler” ile “koşan gazeteciler” ayrımı vardı. Turgut Özal’ın, Başbakanlık uçağına aldığı gazete yönetici ve yazarlarına “uçan gazeteci”, başka araçlarla onları izlemeye çalışan muhabirlere de “koşan gazeteciler” denirdi. Demeçleri uçan, haberleri ise koşan gazeteciler yazardı. Özal’dan önce Türkiye’de liderler kendisini izleyen gazeteciler arasında ayrım yapıyor muydu? Zaman zaman olumsuz örnekler yaşanmış. Örneğin Başbakan Adnan Menderes, bir Adana gezisinde haberine sinirlendiği Cüneyt Arcayürek’i dönüşte THY uçağına almamış, o da güç bela bulabildiği otobüsle 10-12 saatte Ankara’ya dönebilmiş. Böylesi tepkisel örnekler dışında gazeteciler aynı konvoyda, aynı koşullarda izlermiş başbakanları, cumhurbaşkanlarını. Gerçi Özal, GAP uçağına gazeteci seçmek dışında herhangi bir akreditasyon uygulaması yapmadı. Basın toplantılarını, gezilerini bütün gazeteciler izleyebiliyor; TV programlarına katılacak gazete ve gazetecileri kendisi seçmiyordu. Fakat onun başlattığı uçağa gazeteci seçme uygulaması, olumsuz örnek oluşturdu siyasilere. Süleyman Demirel, cumhurbaşkanı olarak çıktığı Çin gezisinde gazetecilerin haberlerine sinirlenince, ondan sonraki gezilerine katılacak muhabirleri ismen davet etmeyi yeğledi. Medya kuruluşları da itiraz etmeyince yaygınlaştı bu yöntem. Yine de Erdoğan başbakan olana değin bu denli katı bir, medya kuruluşları arasında ayrım gözetme ve gazeteci seçmece uygulaması yoktu Türkiye’de. Başbakanlığı ve AKP’yi izleyecek muhabirlere akreditasyon uygulanıyor; Erdoğan’ın gezilerine, hatta TV programlarına katılacak gazeteciler özel olarak seçiliyor. Zaten Erdoğan, ilk günden beri gerçek anlamda basın toplantısı düzenlemiyor; cami çıkışları ya da havaalanlarındaki kısa basın toplantıları dışında soru da yanıtlamıyor. 17 Aralık krizinin ardından iktidarın gazeteci seçmece uygulaması daha da sertleşti. Erdoğan’ın Dolmabahçe’de düzenlediği toplantıda, 17 Aralık krizinde yolsuzluk suçlamalarına neredeyse hiç değinmeden iktidarın savunma ve karşı suçlamalarını yayımlayan gazetelerin temsilcileri çoğunluktaydı. Aksine bazı medya kuruluşlarından hiç yazar veya yönetici çağrılmamıştı. Belli ki, toplantıya katılacak gazeteciler seçilirken, her zaman olduğu gibi “beğenilme ölçütü” kullanılmıştı. Nitekim basın toplantısından çok, görüş alışverişinde bulunulduğu anlaşılıyor bu buluşmada. Katılanlardan Ali Bulaç’ın, “gazetecilerin Erdoğan’ı tahrik eden bir dil kullandığını” yazması dikkate değerdi. “Beğenilme ölçütü”nün, Başbakan’ın Uzakdoğu gezisine temsilci çağırırken de uygulandığı ortada. Yine Dolmabahçe’deki medya kuruluşlarının temsilcilerine ağırlık verildi Uzakdoğu gezisinde de. Seçmece medya kuruluşları ve gazetecilerle çalışmaya, cezalandırma mı demeli yoksa ödüllendirme mi? Bilemedim. Ama bu yöntem, siyasi iktidar açısından bakıldığında farklı görüşlere ve eleştirilere kapandıklarını gösteriyor. Gazetecilik açısından bakınca da, “seçilmeyen” gazetecilerin çalışma koşullarının sınırlandırılması, dolayısıyla halkın haber alma hakkının engellenmesi anlamına geliyor bu yöntem. “Seçilen” gazeteciler çoğu kez siyasetçiyle aralarında korumaları gereken mesafeyi belirlemekte güçlük çeker. Siyasetçiyle içli dışlı olan bu tip gazeteciler, siyasetçinin yerine düşünmeye başlar; asıl işlevinin toplumun çıkarlarını korumak olduğunu unutur, “misyon gazetecisi”ne dönüşür. Bugün Türkiye’de bir kısım medyanın yaşadığı tam da bu. Bazı gazeteciler ve medya kuruluşları AKP ile Cemaat arasındaki kavganın tarafı haline geldiler. Salt gerçekleri aktaran yayın organları olmak yerine tarafların kavga aracı konumundalar. Öyle olmasa Fethullah Gülen, “Bir kısım medya kuruluşlarında kara propaganda sayılabilecek yayınlar sona ererse dost ve arkadaşlarımın da sükûtu tercih edecekleri kanaatindeyim” mesajı göndermezdi. Erdoğan da buna “Medyada karşılıklı salvolar olmasın deniyor. Tamam olmasın. Ama iş o noktayı çoktan geçti” yanıtı vermezdi. Erdoğan ve Gülen, dur deyince duran işaret verince saldıran, kendilerine bağlı “bir kısım medya”nın varlığını teyit ediyorlar bu sözleriyle. Bu koşullarda, o ünlü tanımla “kamunun bekçi köpekliği”ni yapacak, bağımsız, bağlantısız, tarafsız gazeteciliğe çok iş düşüyor. Gazetecilere aforizmalar: EĞER bir başkana soru sorulamıyorsa, o başkanın bir kral veya diktatöre dönüşmesi işten bile değil. Gazetecilik de başkana gerçekten soru sorabilecek, hesap sorabilecek tek kurumdur. (Helen Thomas) KAYNAK:Faruk Bildirici-Hürriyet
Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.